Aralık 27, 2010

when we were in Holland- Part 2

Ortalığı oryantal müzik, çocuk çığlıklarına boğan düğünün Lübnan asıllı olduğunu, üç gün süreceğini öğrenince üç gün üç gece modasının buralara sirayet ettiğini düşünüp şaşırdık. Sibo’nun arkadaşının Rotterdam’a geri dönme fikrine şiddetle karşı çıkıp, onu bizimle kalmaya ikna etmek resepsiyonun önünde gerçekleştiğinden bizim doktorun vardiya saati doldu, yerine gelen balık etli güleç kadına rezervasyonu ve ek yatak talebimizi yeniden anlatmak da uzun sürdü. Karnımız acıkmıştı, bir ara yarımız kız yarımız erkek tarafı olup, bir iki selam kelam verip düğünde karnımızı doyuralım dedik, yorgunluk ağır bastı odalara çıktık. Odaya ek yatak koyulmadığını görünce sular seller gibi felemenkçe konuşan Sibo’nun arkadaşı dururken niye resepsiyona ben telefon ettim bilemiyorum. Aklı evvellik işte.. Bu arada hepimiz bir odaya doluşmuştuk ve bazlama, peynir, zeytinin nasıl bir nimet olduğu üstüne sohbet döndürmeye başlamıştık..Bir kısmımız katıkları çıkarıyor bir kısmımız da odada bulunan kahve-çay makinasının nasıl çalıştığını bulmaya çabalıyorduk. Makinaya her el atan önce kaldırıp altına bakıyordu, bunu niye yaptığımızı halâ bilmiyorum. Bu arada iri yarı iki kadın bir adamdan oluşan bir ekip kapımızı çaldı. Altı kişi birden kafamızı uzattık, ek yatak gelmişti, ekiptekiler altımızın birden o odada kalacağını mı düşündüler ne garip garip bakışıp durdular, onlar yatağı yerleştirirken biz bahşiş verip vermemek konusunu tartışmaya başladık. Her kafadan bir ses çıkıyordu ve adamlar Allahtan dilimizi bilmiyorlardı. Bu bahşiş işini hiç beceremem.. Bi kere ne kadar olabileceğini kestiremem.. Onu halletsem eline mi sıkıştırayım, cebine mi daldırayım, göğsünden aşağı mı (oha) atayım bilemem..Üstelik şu anda odada üç kişi var bahşiş verilecek olan, bu tartışmaya birine mi vericez üçüne mi vericez konusunu da eklemşti.. Herkes bindiğimiz taksilerden artakalan küçük avroları ceplerinde aramaya başlamıştı ki adamlar yatağı yapıp kaçarcasına çekip gittiler. Bozuklukları tekrar ceplere indirdik, bazlamalarımızı, çöreklerimizi çay eşliğinde mideye indirip, banyo kurası çektik. Başı şampuanlamak için kolları kaldırdığında dirsekler duvarlara çarpıyor olsa da, su hepimizin yorgunluğunu ortaya çıkardı, ne gürültü duyduk ne patırdı,ne de bir yatak yadırgaması,serildiğimiz yerde uyuduk kaldık..

Sabah aşağı indiğimizde akşamki curcunanın izleri sağa sola atılmış kağıtlar, dağınık bırakılmış oturma grupları şeklinde duruyordu. Otel personeli ise canlarından bezmiş şekilde ruh gibi geziniyorlardı, o kalabalığı kaldıramayacak sayıda mıydılar ne..Resepsiyonda akşamki tombul güleç kadın durmaktaydı ve bütün yorgunluğuna rağmen bize yurdu, alışveriş yerlerini tarif edip, bir Wageningen haritasında işaretledi..
Kahvaltı, bir avropa ülkesinden beklenmeyecek şekilde güzeldi. Yumurtalar, peynirler-ama Sibo haklıydı hiçbirinin tadını beğenmedik, bi otlu gibi olan vardı o fena değildi- pankekler, meyveler, sütlü sütsüz çaylar..Öyle mutluydum ki şirinlik muskası gibi gezindim kahvaltı salonunda..Bir iki masaya “gutapeti”, “gutmorning” “guten morgen” diye diye havalar attım..Kahvaltı sonrası Sibo’nun arkadaşı Rottedam’ın yolunu tuttu, iki gün yurt işleriyle uğraşıp, sonrasında onun evine gidecektik zaten, bu arada dinleyebildiği kadar kafasını dinlemesi gerekiyordu. Kahvaltı bitince Wageningen sokakları bizi bekliyordu..


Önce gidip yurdu gördük. Her kat dört koridordan oluşuyordu, her koridorda on oda sağlı sollu yerleşmişti, bir ortak mutfak, ortak banyo tuvalet, bir kütüphane bulunmaktaydı ve kız erkek karışıktı.. Ortaklık işi, anne ve teyzelerden! oluşan bizim grubu huysuzlandırsa da bu, kimse tarafından dile getirilmedi. Sonra koşuşturmamızın alışveriş kısmı başladı. Onca şeyi bavullara tıkıştırmamıza rağmen daha bi dolu alacak şey vardı..Oranın büyük marketlerinden olan Albert Heim’a gittik. Adını iki de bir unuttuğumuzdan aramızda Albert Einstein olarak anıldı. Bu arada “helal” mağazalarını da keşfettik. Türkiye’den gelen konserveleri, unları, bakliyatları görünce çocuklara hep bir ağızdan yemek tarifleri vermeye kalkıştık.. “şunu da yaparsınız , bunu da yaparsınız” diye başlarını şişirme görevimize devam ettik..Neyse.. ihtiyaçları alındı, yatakları yapıldı, odaları temizlendi, bu işler de bizi acıktırdı. Gelmeden yaptığım kapsamlı internet araştırmalarında meydanda bir yunan lokantası (makedonia) bulmuştum. Tadı yabancılamayız diye oraya gitmeye karar verdik…
Doğu ve Güney Asyalılara sinir olurum, her yerde karşıma çıkarlar, küçük küçük adımlar ata ata dünyayı gezerler, ellerine kameralar, yüzlerine bi gülümseme yapışmış gibidir. Biz de şimdi onlara dönmüştük..

Sokakta kafamız havalarda yürüyor, pencere pervazlarına varana dek gördüğümüz her otu boku çekiyorduk..Yollarda böyle görmemişin bi yurt dışısı olmuş misali gezerkene gözümüz bi vitrindeki yazıya takıldı..
“Tailor Marmaris”
Amanın, türk bi terzi bulmuştuk..Yaşasındı.. Çocuklar sökükleri dökükleri olunca buraya getirebilirlerdi..(bi terzinin Türk olması niye iyi bi şeydi bilmiyorduk ama çok sevinmiştik)Vitrinden içeri göz attık bir yaşlı kadın, bir yaşlı adam oturuyordu, kadın hiç bizim genlerimizi taşıra benzemiyordu, hikayeyi hemen yazdık.. Aslanım amcam, buralara kaç göç gelmişti ve teyzeyi tavlamış, kendine gelin etmiş, kapağı da yaban ellere atmıştı.. Hey gidi ihtiyar delikanlı hey..Bu mutlulukla “selamınaleyküm, merhabaaa” nidalarıyla kapıdan içeri adete saldırdık.. Kadın sandalyesinde donup kaldı, adam bize doğru bir iki adım atmaya yeltendiyse de vazgeçti, sanırım içinden “günahlarımı affet” tarzı dualara da başlamıştı kendince..Çıkardığımız gürültüden, çiftin bizi anlamadığını anlamamız biraz vakit aldı..Değil Türkçe, İngilizce bile bilmiyorlardı nerdeyse.. eller, kollar, jestler, mimikler devreye girdi de adamcağızın “ben Türk değilim, Polonyalıyım” dediğini çakozladık..”o zaman bu Marmaris neyin nesi la” diye iki kaş göz işareti yaptım adamcağıza, artıkın nası bi korku saldıysam “leather, buy, Marmaris “ sözcüklerini sıraladı..”haa , şöyle görmiyim bi daa” edasıylan kapıyı omuzlaya omuzlaya çıktık)
Yok be, binbir özür, bin bir alavere dalevere yaptık da öyle çıktık, adam korkudan polis molis çağırır diye..Vartayı kazasız belasız atlattıktan sonra adamcağızla kadıncağızın hallerini düşünüp düşünüp böğüre böğüre, güle güle meydana vardık.. Vardık ki ne görek?

Meydanda Pazar kurulmuş.. Bildiğin semt pazarı, Wageningenliler pazarda fink atmakta o tezgah senin bu tezgah benim pazarlık yapmaktalar..Karnımız iyice zil çaldığından pazarı gezmeyi erteleyip, Yunan lokantasını aramaya başladık ki gene ne görelim?
“turks eethuis İlayda” yazıyor vitrinin birinde..Tamam Marmaris’te yanılmış olabiliriz ama dünya üstünde İlayda lafını bilecek başka bi millet olur mu ya? Hem başına da eklemiş TURKS diye. Siz olsaydınız da böyle düşünmez miydiniz? (ay bitmez bu hikaye)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Hollanda maceralarının devamını bekliyoruz

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...