Mayıs 23, 2013

Heart of England



Eski bir bilim kurgu filminde insanlar bir virüs kadar küçültülüp insan vücüduna enjekte ediliyorlardı. Bir kapsül içinde damarlarda seyahat edip vücudun içerisinde dolaşıyorlardı.
Bizim ingiliz sister, Londra’da büyük şehrin bilinen klasiklerini gezip durmaktan, kalabalıklardan, metrodan, trafikten, alışverişten, büyük modern alışveriş merkezlerinden çokta hoşlanmadığımızı bildiğinden, beni ve uykusuzu alıp ingilterenin kalbine sürpriz bir seyahat planlamıştı. Üstelik bu onun İngiltere'deki şöfor olarak ilk uzun yolculuğu olacaktı. Bize çaktırmadan gidilecek bölgenin haritasını almış bizim görmememiz için köşe bucak saklamıştı. Londra’da bulunduğumuz ikinci haftanın çarşambası yarı güneşli yarı bulutlu bir mayıs sabahı düştük yollara.. kapsülümüz kara şimşek, Londra’nın etrafını çepeçevre dolaşan M25 otoyolundan kuzey batı istikametine ayrılan M40 otobanı ise bizi İngiltere’nin kalbine ulaştıracak olan ana damar idi.
Kahvaltı etmeden yola cıkmıstık ve M40 üzerinde giderken bir mola yerinde durarak karaşimşeği masa olarak kullanıp sandviçlerimiz ve termosla yanımıza aldığımız çayımız ile kahvaltımızı yaptık.. yemyeşil çayırlarda otlayan koyunların, sapsarı kanola tarlalarının ve yanından yakınından gectiğimiz üçgen çatılı küçük evlerin bulunduğu küçük yerleşim yerlerinden geçerek bizi kalbin içerisine götürecek olan A40 otobanına saptık, oxford’u teğet geçtikten 30- 40 dakika sonra ise bizi bizden alan Burford köyüne varmıştık.


 Kalbin içine giriş yapmıştık ve yolculuğumuzun en büyülü anlarıda böylece başlamıştı. Arabaları tamamen yok farzettiğimizde 1800 lü yıllardaki bir İngiliz köyü işte karşımızdaydı.. köyün kilisesinin yanına karaşimşeği bırakıp bir ana cadde ve ona bağlanan incecik dar sokaklardan olusan bu küçük köyün her taşına ayağımızı basmaya çalışırcasına dolaşmaya başladık.. ana caddeyi baştan başa dolaşıp bu esnada her gördüğümüz avluya, ara sokağa taş evlere, süslü pencerelere, üçgen çatılara bakıp , gelip yerleşsek şurda yaşasak şurası bakkalımız olsa, şurası akşamları kahvemizi içtiğimiz kafemiz olsa, burası kasabımız, işte kitapçımız , şu ev benim bu çatı senin diyerek gezerken İngiliz sister hadi daha görecek bunun gibi en az 7-8 köy var diyip merakımızı daha da derinleştirdi.




Ana yolları kullanmayıp köyleri birbirine bağlayan ara yollardan devam edecektik .. sonunda bizden köşe bucak sakladığı haritayı çıkarıp elime tutuşturdu.. o zamana kadar nereye gideceğini bilemediğinden kaderine razı bir yolcu halinde olan ben, harita elimde olunca 40 yıldır oralarda dolaşan birine dönüşüp sağa dön sola dön, düz devam et komutları ile silkelenip kendime gelmiştimJ ..Burford’dan ayrılmayı istemesekte en azından burada biraz daha vakit geçirmeyi istesekte, göreceğimiz yerlerin merakı ile koyulduk yola ..




elimizde harita bi sonraki durağımıza doğru yemyeşil ağaçların çerçevelediği adeta yeşil bir tünel görünümündeki yollar, zaman zaman taş evlerin, üçgen kahverengi çatıların gülümsediği birkaç evden oluşan köyler, küçük dereciklerin üzerindeki taş köprüler eşliğinde devam ederken, birden karşımıza çıkan bir mantar ev bizi durdurdu.. bunlara cottage deniyor ama biz mantar ev demeyi tercih ediyoruz aramızda.. hemen arabayı parkedip evin etrafında gezinmeye basladık.. nerdeyse duvarlarını, yetişebilsek çatısını okşayacaktık .. Hansel ve Gratel olup yemeye bile kalkışabilirdik çünkü bir çikolata kadar tatlı görünüyorlardı.. ve yol boyunca gördüğümüz her mantar evin önünde durup fotoğrafını
çektik..




durakladığımız ikinci köy ise Bourton-on-the-water idi.. içinden akan suyu mu anlatsam, evleri, sokakları, kafeleri mi anlatsam, yoksa içindeki güzelim antika arabaların bulunduğu Motor Museum ‘u mu anlatsam .. nerden başlasam .. ?? bu güzelim köyde pırıl pırıl akan derenin kenarında ve üzerindeki taş köprülerde dolaşarak bir tur attıktan sonra Motor Museum’u gezdik ve şirin mi şirin bir kafede birer sandviç atıştırdıktan sonra kalbin içinde dolaşmaya devam ettik..



Stow on the world ‘ de verdiğimiz mola da gördüğümüz midilli atlar.. yine taş evler yine dar sokaklar, meydanlar, yine tea kafelerin güzel vitrinleri, yine 18. Yüzyıldan kalma manzaralar .. ardından Moreton in marsh a varıyoruz.. bunu söyler söylemez köyü anımsamak bile ağız tadımı değiştirdi yazarken, çünkü burası aynı zamanda cream tea denilen şeyin tadına baktığımız yer olarak tarihe geçmeli .. bizim sister anlatıp dururdu… İngiliz yiyeceği işte en çok ne kadar lezzetli olabilir ki gibi bir önyargıyla çok ta önemsemeden ama tabiî ki buralara özgü bir şey olduğundan tadına bakmak gerektiği hissiyatıyla hareket ederek, içinde de çay söz konusu olunca çay içme isteği duyduğumuzdan önünde cream tea servis edildiği yazılı bir kafe aramaya koyulduk.. ve tabii ki çok ta zorlanmadan karşımıza çıktı zaten.. Çok sevimli bir kafenin çiçekli bir köşesine çok tatlı dilli ve sevimli bir garson eşliğinde oturup cream tea lerimizi ısmarladık.. bu arada saat 5 civarının cream tea için en uygun saatler olduğunu belirteyim.. belli bir saatten sonra servis etmiyorlar ve servis saatleri de genellikle girişteki tabelada yazıyor.. neyse efendim kısa bir bekleyişin ardından mutluluğumuzu bir kat daha arttıran tatla karşılaştık.. cream tea denen olay porselen bir demlik çay ve sütün yanında, krema, reçel, çilek, scone denilen ekmeği ile bir damak ziyafeti.. cok fazla tarif edemiyeceğim anlatılmaz yenilir cinsten birşey çünkü.. bu küçük kafedeki sunumu da bir harikaydı.. hem gözümüze hem midemize hem de ruhumuza hitab eden bu ziyafet sonrasında bu güzel tadı bir daha bulamayacağımızın hüznü ile yolculuğumuza devam ederken cream tea yi bir kez daha mutlaka denemeliyiz fikri hem bende hem uykusuzda aramızda bunu konuşmasakta yer etmişti çoktan..
Hele ki Londra’da yaşayan sistera bu Londra’da var mı diye sorduğumuzda “belki vardır ama ben hiç rastlamadım pek te sanmıyorum buralara özgü bir şey” cevabını alınca yatıp kalkıp cream tea yiyesim geldi doğrusu..









Bu ziyafetin ardından minik mi minik sevimli mi sevimli Blockley’i geçip Chipping Campten üzerinden ismi yüzünden gülme krizlerine girdiğimiz Mickleton’ a (okunuşu mikiltın imiş ) vardığımızda artık hava kararmaya başlamış ve bizde konaklayacağımız nokta olan ve aynı zamanda William Shakespeare’in , dolayısıyla Hamlet’in, Otello’nun, Kral Lear’in, Macbeth’in doğduğu yer olan Stratford-upon-Avon ‘ a hayli yaklaşmıştık.. İngiliz sistırımıza da hem yolculuk boyunca yaptığı söforlük için hem de bize hazırladığı bu rüya gibi gezi için 10 üzerinden yıldızlı 10  veriyoruz..

Bu yolculuğumuzun son noktası olan Stratford-upon-Avon’daki gecemizi ve ertesi günümüzü uykusuzun tatlı kalemine bırakıp, eğer İngiltere’ye giderseniz kalbinden geçmeden İngiltere’ye gittim demeyin diyerek sözümü bitiriyorum.. ama yine de son söz şu olmalı :
“Bu ayrılmamız hem kalış, hem gidiştir ikimiz için.. Sen ne kadar kalsan da geliyorsun benimle, ben ne kadar gitsem de kalıyorum seninle.” (William Shakespeare)

UYRGZR-.-

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...