Ekim 03, 2009

HEPİ TOPU Bİ ŞİŞE ŞARAP


Yok arkadaş, ben böyle gayrete getirmelere gelemem. “Blog açtık yazmadın. Sesin sedan çıkmıyor. Nerdesin yaz gayri” türünden şişirmeler işe yaramıyor. (mu) Yaramadığı için bir Ankara sonbahar gecesinde, bir İstanbul sonbahar gecesinde yazılmış kinayeli sözleri bir şişe şarabı mideye indirip üstüne evde içecek başka ne var diye düşünürken yanıtlamaya çabalıyorum. (bi önceki cümlede geçen soru Karamel likörü olarak yanıtını bulmuştur) Hayatımın bu evresinden hoşnut muyum değil miyim onu bile bilmiyorum. İşten eve evden işe, işten eve evden işe, işten eve evden işe...... (kendimi durduramazsam blogun alamayacağı boyutlara sürüp gidecek bu kısır döngü)
Bi kendini salmışlık, bi serkeşlik, bi rahatsız edici huzur bulamacına girmişim. Rutinleri yapıp baharatları eksik bi hayat tarzına dönmüşüm. Hayal dünyam sabah saati 07.30’a mı 07.25’e mi kursam kıskacına kilitlenmiş. Ah o beş dakika..İŞTE O BEŞ DAKİKA:

Yağmurun ince ince yağdığı- kimileri ahmak ıslatan diyor- bir gündü. Gezmek için geç, içmek için erken, sinemaya gitmek için miskin bir gün. Ya da bütün bunlar ruhsuz bir durumda olmanın, hareket etmeme isteğinin bahaneleriydi. Oyalanmak için okuduğum gazeteler, dergiler, yattığım kanepenin etrafına yayılmış, kumandasını elime almaya üşendiğim televizyonda bir film başlamıştı. Göz kapaklarımı açık tutmaya çalışıp, filmin hoşuma gitmesini umdum.
DANİMARKA—KOPENHAG 1834

Yağmur delicesine yağıyor. Işıkların akan yağmur sularıyla uzayıp gittiği caddelerden birindeyiz. Etrafı cam kaplı bir CAFE’nin önünde duruyor, içeri giriyoruz. Birkaç çiftin dışında tek başına oturmuş, kırmızı kaşkollu genç bir adam ilgimizi çekiyor. İlginin sebebi kırmızı kaşkolu mu, tek başına oluşu mu yoksa baktığımız an purosunu yaktığında çıkan ateşin parlaklığı mı bilmiyoruz.Bunun önemi yok artık.

Tek başına düşüncelerine dalıp gitmiş, kahvesini yudumluyor, purosunu içiyor. Gözleri sabitlenmiş. Elleri hareket ediyor olmasa öylece ölüp gitmiş sanılabilir. Gözlerinde kendini görüyoruz genç adamın. Genç olması dünyaya hiçbir şeklide katkıda bulunmadan yaşlanıyor olduğunu düşünmesini engellemiyor. İyi tanıdığı, iyi tanımadığı, şöyle bir görüp geçtiği insanlar geliyor sonra gözlerinin önüne. Adlarıyla, adlarına eklenen unvanlarıyla, soyadlarıyla hatta lakaplarıyla yer edinmeye, yerleşmeye çalışıyor bu insanlar. Yer edinmek, yerleşmek;aynı anda nefes alıp veren tek bir organizmaya dönüşmek, bunu geliştirmeye çabalamak... Hayatı kolaylaştırmak mıdır? Kolay hayat nedir?

Miskinlik hayatımı kolaylaştırıyor muydu bilmiyorum. İçinde yüzdüğünde hiçbir şey düşünmeyeceğin bir göl, kenarında ağaçlar; ağaçların başladığı yerde, gölle ağaçların arasında bir kulübe, çıktı rüyamın ortasında karşıma. Bir başıma olmanın huzurunu mu, korkusunu mu hissetmem gerektiğine karar vermeye çalışıyordum, yanıbaşımda keçi sakallı, kukuletaya benzer şapkalı-tüyü de var kenarında- sivri kulaklı-biri diyemeyeceğim ama demek istiyorum- biri belirdi. Boşlukta öylece oluşuverdi. “adım Alice” dedi. Konuşmadım. Bilerek,isteyerek değil. Konuşamadım. Aldırmadı devam etti. “Harikalar Diyarı, sınırsız bir ülkedir. Her yerdedir. İnsanların hayallerinin bir ürünüdür. Uyanmadığın sürece yaşayacağım. Uyanabilirsin. Ama bu seçimi yapmadan önce şunları iç”
Uyanıp uyanmama konusunda seçimi yapmama fırsat bırakmadan dikkatimi ellerinde tuttuğu şişelere çevirmişti. Biri yeşil,biri maviydi şişelerin. Yeşilin üzerinde “beni iç” yazıyordu, mavinin üzerinde “beni de iç”. Bu, yeşili içersem maviyi de içme zorunluluğu muydu, yoksa faydalan benden teslimiyetçiliği mi bilemedim. Birini içip diğerini içmeyebilirdim. İkisini de içmeyebilirdim. Hatta uyanabilirdim. Elimi yeşil şişeye uzattım. Özgürlük seçim yapmak değildi, seçim yapmak durumunda olmamaktı.

Kahve soğumuş. Tatsızlaşmış. Garsona bakıyor. Garsonun sırtı dönük. Seslenmesi gerek. Kendi sesinin kendini düşüncelerinden koparmasını istemiyor. Garsonla konuşmayı hiç istemiyor. Ama kahvesinin sıcak olmasını istiyor. Ne istiyor, ne istemiyor. Beyni içine su çeken sünger gibi oluyor. Cadde yağmur sularıyla temizleniyor, beyni ağırlaşıyor. Bu durum koku belleğinden biçilmiş otların kokusunu canlandırmasına yol açıyor. Masanın bir ucunda annesi dikiş dikiyor. Babası başucuna dikilmiş. Soluk soluğa. Otları biçmiş ondan mı yoksa kızgınlığından mı bilmiyor. “ Ne istediğini söyle” diyor babası. “Karar ver. Hayatın boyunca böyle oturamazsın”.

Hayatı boyunca böyle oturmuş gibi geliyor. Biçilmiş otların kokusunu duyduğu o andan itibaren masadan kalkmamış. O masada otururken kendi hayatını seyretmiş. Babası çocukluğunu elinden tutup yatılı bir okula götürmüş, din eğitimi ağırlıklı.Annesi dikişini bitirip sessizce ölmüş, herşey herkes bir şeyler olmuş. Masa bile kendini değiştirmiş. Şimdi daha küçük ve siyah. Üzerinde soğuk bir kahve, içinde puro yanan bir kül tablası.

“Gördüğünün ne olduğunu bilmek istiyorsan, görmediklerinin de ne olduğunu bilmelisin” diyor; ben yeşil şişeyi alırken, keçi sakallı, kukuletaya benzer şapkalı, sivri kulaklı Alice. Rüyada olduğunu rüya görürken aklına getirirsen endişelerin yok oluyor. Öyle yapıyorum. Bir dikişte yeşil sıvıyı içiyorum. Bir şey olmasını beklemenin tedirginliğini, ne olacağını bilememenin heyecanını hissetmeye zamanım kalmıyor. Göl ve orman birbirine yaklaşmaya başlıyor. Kulübe, ben, keçi sakallı, göl ve ormanın boyutlarına ulaşıyoruz sanki. Kendimi hem orman, hem göl, hem kulübe, hem keçi sakallı gibi hissediyorum. Birlikte nefes alıp vermeye başlıyoruz. Benim kolum, bacağım, başım, gölün de ormanın da kolu, bacağı, başı oluyor. Ben onları, onlar da beni kucaklıyor, hücrelerimiz bütünleşiyor. Yeni bir varlık oluşturuyoruz. Onların arasından kendimi soyutlayıp,kendimin ne hissettiğini anlamaya çalışmam boşuna. Kendim yokum.

( Bunaltı duymak varoluşsal bir duruma gelmektir. Sıçramaya hazırsındır. Seçimi yaparsın )

- Sıcak bir kahve!

Gereksiz yükseklikte, sertlikte oldu. Ama önemli değil. Uzun süre konuşmayınca sesini ayarlayamıyor insan. “Garson hayatımı kolaylaştırıyor” diye düşünüyor. “Herkes herşeyi kolaylaştırmak için birleşmiş”. “Kimin ne olduğu önemli ama değil de.” Bu topluluğun bildiği, yaptığı yalan, yanılgı olabilir. Belki “doğru” benim. Benim doğrum ne? Doğru, büyük harf “D” ile yazılır, herkes doğruyu böyle yazmaya başlar.

Genç adam sıcak kahvesinden bir yudum alır.

Yeşil sıvının etkisi bitiyor. Kendim oluyorum. Her şey de kendi. Keçi sakallı, kukuletaya benzer şapkalı, sivri kulaklı Alice, mavi şişeyi uzatmış bekliyor. Alıyor, içiyorum. Bu biraz daha sıcak. Ya da ilkinde böyle bir ayırıma dikkatimi yönlendirecek rahatlığa sahip değildim. Daha sıcak ve acı. Mideme inişini, damarlarıma yayılışını hissediyorum. Hissettiğim anda göl bir okyanusa dönüşüyor. Büyümüyor. Oya gibi işlenmiş çırpıntıları, içinde salınan yosunları, balıkları, adını bilmediğim canlıları görüyorum. En ince ayrıntılarını anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyecekmiş gibi geliyor. Orman yok oluyor. Her ağaç kendi başına bir orman sanki, her dal hakkında binlerce şey yazılacak bir masal. Çimenlerin arasındaki ince otları, otlardan birinde gezinen örümceği, bir başka otta kararlı, dikkatli yürüyen ot bitini farkediyorum. Karıncalar.. Her karıncanın ayak atış biçimi diğerinden farklı. Her ayrıntı kendi oluşturduğu dünyası ile karşımda. Hiçbir nesne diğerine-aynı adla anılsa da- benzemiyor.

BERLİN ÜNİVERSİTESİ 1841

Yağmur yağıyor. Öğrenciler anfiyi taka basa doldurmuş. Profesör Schelling, “nedensellik yasası”nı anlatıyor. Kırmızı kaşkollu genç bir adam, yanındaki arkadaşının dirseğini dürtüyor. (profesörün sesinin zaman zaman böldüğü anlaşılan konuşmayı ortasından duyuyoruz)

-birine kötü bir davranışta bulunduğunda o kişinin seni affedip affetmediğini bilemezsin. Oysa bu senin için yaşamsal bir öneme sahip olabilir. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Böyle olduğuna inanmak ve ummaktır yapacağın. Ve bu senin için üçgenin iç açılarının toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemlidir. İlk öpücük anında nedensellik yasası aklına gelmez.

Dirseği dürtülen ve kırmızı kaşkollu genç adamın söylediği son cümleye gülümseyen genç adamın adı Karl Marx.

-Bu günlük bu kadar , diyor profesör.
-Gelecek tartışma için tahtaya bir cümle yazıyorum, düşünün.

Tahtaya cümleyi yazıyor ve gidiyor.

“credo quia absurdum”
Alt yazıda okuyoruz:

“saçma olduğu için inanıyorum”


Mavi şişenin etkisi geçtiği anda ormanın içinden bir aslan çıkıyor, yanıma hızla yaklaşıyor. Herşey yerli yerinde, keçi sakallı yok. Ayaklarım toprağa bağlanıyor sanki, kıpırdayamıyorum. Aslanın sol tarafına saplanmış oku farkediyorum. Kan daha sonra gözüme çarpıyor. Aslan ve yaralı!

-Bakıp durma, diyor.

Aslan, yaralı, konuşuyor!

“credo quia absurdum”

Bu durumda konuşabilir miyim, bilmiyorum. “Ne oldu” diyerek en saçma sözcükleri sıralıyorum. Yaralı ve konuşan aslan:



- Ne olduğu, nasıl olduğu, hatta bu okun ne tür bir maddeden yapıldığı, üzerindeki zehirin ne tür bir zehir olduğu veya bu okun kaç derecelik bir açı yaparak bana saplandığı umurumda bile değil. Umurumda olan tek şey, birinin bunu çıkarması. Ama sanırım bunun yapabilecek durumda değilsin.

Diyor ve geldiği gibi gidiyor, vicdanımla kalakalıyorum.

“Doğru özneldir. İnsan için gerçekten önemli olan doğrular kişisel doğrulardır. İnanç, sırf tartışmış olmak için tartışılacak konu değildir. İnsanın ancak büyük bir istek ve içtenlikle yaklaşabileceği bir konudur. Tanrıyı, nesnel bir biçimde kavramak zorunda değiliz. Bu, inancı ve içtenliği yitirmekten başka bir sonuca ulaştırmaz bizi. Önemli sorulara inançla yaklaşabiliriz ancak. Aklımızla yanıtını bulduğumuz sorularsa önem taşımaz. Sekiz artı dört eşittir onikidir. Ölüm anında aklımız bununla meşgul olmaz.”

Beynimin içinde yankılanıp duran sözleri söyleyen sesin, televizyondaki görüntüden; kürsüde konuşma yapan kırmızı kaşkollu adamdan, geldiğini anladığımda uyanmıştım. Üşümüştüm. Battaniye üzerimden kaymış, yerdeki gazete, dergi yığınının üstüne düşmüştü. Konuşan adamın sesi kısılmaya, fondaki müzik sesini bastırmaya başlamıştı. Film bitiyordu. Ekrana baktığımda görüntü dondu, üç kelime kaldı geriye.

SÖREN KİERKEGAARD
1851

Başından sonuna karşısında uyuduğum filme karşı utanç duydum. Yağmur dinmiş. Dışarı çıkıp hava almalıyım.Alelacele üstüme bir şeyler alıp çıkıyorum, bunaldım.
Evin iki sokak ötesinde arkadaşım oturuyor, gidip laflamak istiyorum. Hayata dönüş gibi geliyor. Apartman kapısından çıkıyorum.

Karşımda gördüğüm şey, yanyana dizilmiş, üçer katlı, bahçeli evler, kenarında arabaların park ettiği cadde değil. İçinde yüzdüğünde hiçbir şey düşünmeyeceğin bir göl uzanıyor karşımda. Kapısında durduğum yer bir kulübe. Arkasında göz alabildiğine bir orman uzanıyor. Bir ses duyuyorum. Tanıdık bir ses. Hatırlıyorum. Alice!

-Şimdi sen benim rüyamdasın, diyor.

Uyanmak istiyorum. Uyanabileceğim bir durumda olmadığımı anladığımda, Alice’in uyanmasını beklemekten başka seçimim olmadığını da anlıyorum.

U(YKSZ)
__________________________________

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...