Nisan 10, 2011

Bir Kent, Bir Ressam, Bir Film, Bir Resim, Bir Kitap: Het Meisje met de Parel


Evin içinde fırtına sesi odadan odaya dolanıp duruyor. Batıdan esen rüzgâr  pencere aralıklarından, mutfak kapısının altından antreye oradan salona, küçük koridora, yatak odasına yol alıyor. Ne yapacağını şaşırmış hava üşüyüp üşümediğime karar vermemi zorlaştırıyor. Sabah tipi şeklinde kar attı sağa sola, ardından güneşi huzmeler halinde hissettim, demeye kalmadan yağmurun camları tıklatmasını dinledim. Üşenmesem kalkıp açacağım pencereyi, hepsini buyur edeceğim içeri. Ama seslerini işitsem de pencerede çırpınmalarının, gözlerim önümde duran iki resimde. (Bazı bulmaca çeşitleri vardır-çocukken gıcık ola ola yapmaktan alıkoyamazdım kendimi- iki resimdeki farkı bulun diye. )



Baktığım resimlerin farklarını değil benzerliklerini bulmaya uğraşıyorum oysa. Farklı yerlerden farklı mekanlara bakıyorlar. Ama aynı kente aitler. Biri 1660 yılında yapılmış bir tablo, biri geçen yıl çektiğim fotoğraf. Aradan geçen üç yüz elli yılda değişmeyenleri arıyorum.  Tabloda arkada görünen sivri uçlu binalardan biri, benim fotoğrafta görünen kilise olabilir mi? Olursa ne olur? Olmazsa ne olur? Deli mi dürttü seni diyebilirsiniz. Fırtına dürttü diye cevaplarım ben de. Sabahtan beri maruz kaldığım hava hallerinden söz ettim az önce. Hava böyle olunca pek mutlu hale gelirim ben. İçimi bi huzur kaplar. Evde artık Allah ne verdiyse çay, kahve, likör, votka..alır, döşenirim pencere önüne,  içinde biraz hüzün, bi tutam kasvet, iki parça yalnızlık, üç tutam dinginlik, bi ölçek coşku, yarım ölçek gizem olan bir şeyler ararım. Bu bir anlamda biraz koyu mavi, çokça sarı, bej, azıcık turuncu, biraz açık mavi, aralarda gri, köşelerde biraz siyah, ortaya doğru biraz ama çok az beyazdır. Bugün aradığımı kilometrelerce uzaklarda, Delft’te, Delft’i anlatan bu resimlerde buldum işte. Duyguları, duyguların renklerini..

Sonrası geldi tabi.. Bir resim, bir ressam, bir müzik, bir film, bir kitap… Ortak noktaları o kent..
Delft. Sokaklarında yürürken hissetmiş ama fark etmemiştim. Şimdi fırtınalar kopan bu havada, salonumun bir köşeciğinde hüznü, kasveti, yalnızlığı, dinginliği, coşkuyu, gizemi  ararken, o kentin sokakları birebir eşleşti aradıklarımla.
Yağmur yağıyordu kentle tanıştığımda, sokaklarında tek tük insanlar, dolaşmak için yarım saatim vardı ve akşam olmak üzereydi.  Eski kilisenin bulunduğu  meydanı tercih ettim bu kısıtlamalar çerçevesinde.

Kanalların üstündeki mütevazı köprücüklerden geçtim, turistik amaçları hedeflediğini inkar etmeyen meydana ulaştım.



Bu inkar etmeme bana yapaylığı çağrıştırsa da çoğu yerde; orada pek gözüme batmadı. Neredeyse tek turist bendim, o havada ve o mevsimde, belki de o yüzdendir.  Öyle hızlandı ki yağmur, kendimi kafelerden birine atıp, yerel biralardan tadarak geçmesini bekledim.


İşte o an-aslında iki bira sonrası-1600’lerin ortalarında buldum kendimi. Meydan neredeyse hiç bozulmamış şekilde duruyordu. Sadece dükkanlar, evler biraz daha az, ortalık çamurluydu biraz da..

Sonra o ressamı gördüm. O ressam bana, her şeye boş vermiş-ama boş vermesi vazgeçmekle eşanlamlı değil, her bir boyayı boyamış da bir fıstıki yeşil kalmış misali- çokluktan hiçliğe geçmiş, kimsenin anlamadığı bu hiçlikle huzurlanmış gibi gelir. Derin ve sakindir.
Hayret evinden çıkmış, sokaklarda dolanıyor. Başı önde, tanınmaktan çekinir hali var. Arkasında inci küpeli kızı gördüğümde anladım o halinin niye olduğunu, tarih yazmasa da aralarında bir aşk bulunduğunu.  Hayatı boyunca bu kentten çıkmamış bir adam O. Hatta bana göre bir odadan dışarı adım atmamış. Kare bir oda. Sol duvarında büyük bir penceresi var; sabahtan akşama, doğada ne kadar ışık varsa yansıtabilen. Ömrü bu kentte, bir odada, o pencere önünde geçen bu adam, bütün resimlerinde o pencere önünde oturanları çizmiş sanki. Tek mekanda çok zamanı anlattığı gibi, hüznü, kasveti, yalnızlığı, dinginliği, coşkuyu, gizemi de anlatıyor. Bir an peşlerine takılmak geçiyor aklımdan, ama o an garson kızı bulamıyorum, içtiklerimi ödemek için. Ödemeden çıkmak da ayıp olur hem bu zamanda hem o zamanda.. Gözden kaybolup gidiyorlar inci küpeli kızla.
Bana da üç yüz elli yıl önce yapılmış tablo ile çektiğim fotoğraftaki mekanların aynı olup olmadığını keşfetmek kalıyor. Eğer bir iki mekan ortaklığı bulursam Vermeer’le aynı yerlerde yürümüş, aynı meydana bakmış, aynı köprülerden geçmiş olacağım ki bu; onun hissettiklerini hissettiğimi doğrulayacak, eminim.

Filmde bir sahne var. Ressamın inci küpeli kıza küpeyi taktığı sahne. Derin, sakin, erotik. Yani bence öyle.
Hava kudurganlığından eser bırakmamacasına bir hal aldı. Güneş, batmaya yakın yüzünü gösterdi ve salonun içi kızıl-turuncu renklere büründü. Vermeer’i ve İnci Küpeli Kızı rahat bırakayım artık. Filmi bir daha seyredesim var. Kitabı ise okumadım. Yarın alıp, başucuma koyayım. Bahardayız ya, bahar havaları arasında,  hüzne, kasvete, yalnızlığa, dinginliğe, coşkuya, gizeme çağıran çok olur daha…Bir Delft macerasına….
 U(YKSZ)


2 yorum:

julia dedi ki...

Ben de sadece filmi izledim.

UYKUSUZ// UYURGEZER dedi ki...

Julia: Beni çok etkilemiş bir filmdi.Delft'de beni çok etkiledi. Kitabın yazarı bir söyleşisinde Colin Firth'İn Vermeer rolüne uymadığını söylemişti ama ben aynı şeyi düşünmüyorum. Film o dönemin iki yılını anlatıyor. Kitap, hayalimde ressamı başka türlü canlandırmama sebep olacak(belki?)
Sevgiler.
U(YKSZ)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...