Nisan 14, 2012

Haftasonununsakinliğineramakkalırkenevdekibulgurdanolmak


“ ne o pek sessizsin” dedi. Yulaflı kıtır bisküvimi batırdığım çaydan da bir yudum almak üzereydim o sıra. Bisküvinin ıslanıp damağımda eriyen tarafını çaysız yutmak zorunda kaldım, gözlerimi devirip baktım. “hiiç” diye cevap verdim karşımdaki duvara. “yok yok, var bi derdin, pek nemrut görünüyorsun” cümlesiyle beni güldürdü. Çayımdan gecikmiş yudumu aldım, kucağımdaki dizüstünü sehpaya bıraktım, “tamam” dedim, “anlat bakalım, benim değil ama senin derdin var anlaşılan. Açtı ağzını yumdu gözünü. İlgilenmez olmuşum hiçbiriyle. Eve kös kös gelip, geçiştirircesine bir iki lokma tıkınıp, “ o mereti” alıyormuşum kucağıma- diz üstünden bahsediyor. Onu kapatıp sayfalara gömülüyormuşum. Duydukları tek ses çevirdiğim sayfa sesleriymiş. Miskinleşmiş, harçları kararmışmış. Hiç değilse televizyonu, radyoyu açaymışım, bi müzik duysalar, bi dizi seyretseler, iki haberden haberdar olsalarmış. Ama neymiş efendim, içime doğru büzülüp kütlesel çekim kuvvetimi arttırmış, bir karadelik olmuşum adeta. “Vay anasını” dedim, “kütlesel.. mütlesel..karadelik nerden bildin bunları sen”. “sen anlattın ya” dedi. Gözleri dolu dolu oldu. Sevdiğim romanlardan satırlar, şiirlerden dizeler, makalelerden alıntılar okurmuşum meğer bunlara. Zaman zaman her insan gibi tatsız anlarım olsa da çoğu neşeli bi kızcağız mışım- aha bu laf da beni güldürdü- duvarın da alınganlığı arttı o sıra. “canım o tatsız anlardan birini yaşıyorum herhal” dedim avutmak için. “yoook” dedi, “bu uzun sürdü, çoook uzun”. Tebessüm edip anlamaya çalışacağım sırada karşımdaki duvardan –ki bu duvarı koca salonu bölerek sevimli bir odacık yapmak için alçıpandan ben yaratmış, çerçevelediğim fotoğrafları incinmesin diye teknoloji ürünü sökülebilen yapıştırıcılarla asmıştım- cesaret alan diğerleri de lafa karıştılar. Ne bencilliğim kaldı ne serkeşliğim. Öyle gürültü yaptılar ki sinirlendim, bağırdım çağırdım, ışığı söndürüp yattım. Gel gör ki bi sağa döndüm bi sola.. Haklıydılar galiba. Her eve girdiğimde “ben geldiiim, nasılsınız bakalııım” diye bi selam faslı yaptığım geldi aklıma. Üstü başı değiştirip,  kanepeye uzanıp, kollarımı başımın altına kavuşturup, bütün gün ne yaptıklarını sorduğumu, onların da sırayla dışarıdan duydukları sesleri neye yorduklarını, kendi aralarında neler konuştuklarını anlattıklarını düşündüm. Bi keresinde hangi renge boyanmak istediklerini sormuştum da ne kargaşa çıkmıştı. Batıyı gören duvar sarı olmak istemişti, güneşin renklerini en güzel öyle yansıtacaktı. Güneye bakan; penceresi çok olanı, maviyi istiyordu, gökyüzü ile ancak o şekilde bütünleşebilirdi. Kitaplığın dayalı olduğu kırmızı diye tutturmuştu, kitaplardan arta kalan yerlerden görünmesi pek afili olacaktı, benim alçıpan “su yeşilinden gayrısı olmaz” demişti, üstüne astığım fotoğrafları vurgulayabilmekti derdi. Karara varamamış, her birini de ayrı renge boyayamayacağımdan mütevellit kura çekme önerime boyun bükmüşlerdi. Kurayı da unutmuştum sonra, seslerini çıkarmamışlardı. Unutturmaya çalıştığımı düşünmüş olmalılar, oysa ben unutmuştum. Duvarları severim ben. Yalnızlığın, karşılık alamamanın, engellerin simgesi gibi algılansalar da bana öyle gelmez. Korunmanın, dayanmanın nesnesidir. Değiştirmeye, dönüştürmeye açık alanlardır. Duvar yazılarına, resimlerine de bayılırım. Şehrin tebessümüdür. Prag’da belediyenin yıkmak istediği, ama gençlerin günler boyu gösteriler yaparak yıkım kararından vazgeçirdiği John Lennon duvarını görmek için saatlerimi harcamış, dönmüş dolanmış sonunda “bilse bilse bu bilir” diye Lennon’a da az biraz benzeyen sokak ressamına sorarak, sokakların, alanların arasına sıkışmış duvarı bulmuştum. Başım göğe.. evet ermişti.

Mutfağımda mutlu-mutsuz, huzurlu-huzursuz sigara tüttürürken, sandalyeye değil de, yan oturup sırtımı duvara yaslarım mesela. Serinliği hoşuma gider. Çıtkırıldım değildir, kuvvetli, sağlam dostluğu vardır. Arazlı davranışları hoşgörür. Direncini huysuzlukları yatıştırmakta kullanan görmüş geçirmiş, ağırbaşlı, tutarlı kimseler gibidir. Bir yere ilk kez gittiğimde masaya sandalyeye, örtüye mörtüye kapıya bacaya bakmam ben, duvarlara bakarım. İçindekini dışarıya vurabilme yeridir duvarlar. Bu fırsatı kimi kullanır kimi kullanmaz. Bu gece tersi olmuş, duvarlarım içindekini bana dökmüştü. E, onların da sabrı bir yere kadardı demek ki. Yattığım yerde duvarlara yaptığım haksızlık büyüdükçe büyüdü. Gece bir ara rüzgar ıslık çalarak benle alay etti, “sen karışma” dedim pencereden bağırıp. Sonunda rahatsız bi uykuya dalmayı başarmış olmalıyım ki içerden gelen gümbürtüyle uyandım. Ya bir hırsızdı salondaki ya da.. aklıma o anda nerden geldiyse geldi Cuma gecesiydi… ayın 13’üydü…öyle filmlerden fırlamış zombilerden biri de dolanıyor olabilirdi. Yatakta uyuyor numarası yapmak kendimi savunmam gerektiğinde hareket kısıtlamasına yol açabilirdi. İlk akla gelen her zaman en iyisi miydi? Yoksa davulun sesi mi uzaktan hoş gelirdi? Pişmanlıklardan ilki mi en sonuncusu mu fayda etmeyendi? Elim ayağım gittikçe buz kesmekteydi ve içerdeki gürültü de bıçak gibi kesilmekteydi. Bıçak…Başucumda asılı duran avcı bıçağını kapıp fırladım ama fırlama eylemini tamamlayamadım. Yatağın yanında beş- on sayfa okuyup uygun ruh halimi beklemeye bıraktığım kitap kulesinin üstüne basmamla kaymam bir oldu- sanırım kitaplar da öç alacak zamanı bu geceye denkleştirmişlerdi- kalorifer peteğinin dilimlerine kafa üstü çakılmama ramak kaldı. Elimdeki bıçağı kendime saplayabilme ihtimalim de olabilecekler silsilesinde en muhteşemiydi.. İçerdeki kimse kendimi ondan önce öldürmeme üzülecek miydi? Dengemi bulmaya uğraşırken içerdeki şahs-ı muhteremin çıkardığım sese nasıl tepki vereceğini de femto saniyeler içinde düşünüp ne halt edebileceğim konusunda karar vermeye çalışıyordum. “sakin ol “ diye kalbimin olduğu yere höykürdüm. Hızlı hareket edersem şaşırtıcı olur iddiasıyla salona yüz metre startı almışçasına daldım, bi yandan da sağa sola olabildiğince zig zaglar çiziyorum ki düz bi hedef olmayayım. Çok yaratıcımdır böyle zamanlarda. Biriyle karşılaşmaya öylesine hazırım ki boş salon rahatlama etkisi yaratacağına endişemi kat be kat arttırıyor. Işığı yakıp kanepe, perde arkalarına bakmaya niyetleniyorum..  Everest’e giden bir arkadaşımın dua bayraklarını çekip hediye ettiği fotoğrafı parçalanmış çerçevesiyle yerde görüyorum. Etrafta cam kırıkları.. Sinek tutmuş davar misali sağa sola koştururken ayağıma batmamaları mucize.. Terimi boşaltıp, elimin ayağımın titremesi geçince sordum alçıpanlıya: N’oldu?
“kavga ettik, o da kendini attı aşağı” dedi. “manyak mısınız, gecenin bi vakti neyi paylaşamadınız” dedim. Çerçevesi yamulmuş da, simetri delisi ben günlerdir görmemişim de, duvardan rica etmiş de, duvarın da derdi hacmini aşmışmış da.. işin ucu gene bana dayanmıştı. Derin bi soluk aldım, sakin, yumuşacık, gönül okşayıcı oldum. Sabaha oturup konuşacak, aradaki buzları eritecektik, ne ihtiyaçları varsa dinleyecektim. Buruk buruk gülümsediler, onların tek ihtiyacı bendim, eskisi gibi biraz ilgi göstermemden başka bir şey istemiyorlardı. Aman içim bi fena oldu. “Öküzüm” dedim “kusura bakmayın, işte güçte canımı sıkan şeyler var, kafam dağınık”. “ biz ne güne duruyoruz işte bize anlat, onu istiyoruz” dediler. “ Tamam” dedim. Sabaha az kala huzurlu uykumuza yattık. Gün cam kırıklarını ve kalp kırıklarını temizlemekle başladı. Kahvaltı ve çay günü iyice yumuşattı. Duvarlara güzellik yapma arzum doldu taştı, gittim çaka çukaların içinde “bir gün belki” bölümünden aylar önce aldığım tuvali, “son kullanma tarihi belli olmayanlar” bölümünden kimbilir kimin ufaklığına hediye etmek için aldığım, vermeye fırsat bulamadığım suluboyayı çıkardım. Pek güzel şeyler bloğunda gördüğüm bi kenara not ettiğim çizimlerden birine benzetmeye çabalayarak tuvali doldurmaya başladım.

Gün boyu aç bilaç, sandalyede oturmaktan- tabi şövalesiz bir yetenektim- yamulmuş vaziyette eserimi bitirdim, duvarlara gösterdim. Demokrat bir şahsiyet olduğumdan “nereye asayım” diye sordum. Sormaz olaydım. İnce, zayıf sesler geldi. Her biri bir diğerine daha çok yakışacağına dair sözüm ona kendi haklarından vazgeçiyor numarası yapıyorlardı. Tamam! Paul Klee değilim. Biliyorum. Ama.. Yani.. Yuh.. Bütün gün uğraştım, didindim. Nankörler. Yalvarsanız da yok artık. Sandalyeye koycam resmi şimdilik, olmadı kapılardan birine asarım, sormadan yapıcam tabi, aldım boyumun ölçüsünü. Hiç de kötü değil işte. Di mi? Ha di mi?.. Ne?. …Bu sessizlik iyi değil…..
U(YKSZ)


5 yorum:

UYKUSUZ// UYURGEZER dedi ki...

canım benim duvarlarla mı konuşuyon sennnnn... üstelik resminide astırmamışlar kendilerine.. bak onlarla uğraşma benim duvarlarıma getir en güzel bi yerine asarım valla..ellerine sağlık çok güzel olmuş resimmm :)) UYRGZR-.-

Godsyndrome dedi ki...

vuuuh çok etkileyici, müdür sipariş de verebiliyor muyuz ben mesela salonum için yağmur altında çıplak rahşan ecevit temalı bi resim istiyorum olabiliritesi var mı acabağ?

UYKUSUZ// UYURGEZER dedi ki...

Uyurgezerim zorla astım birine, safi sessizlik içinde beni izliyorlar şimdi:))(Paranoya) Sana da yaparım bi tane tatlım:)))(megaloman)

Ya Godsy ya....Niye alay ediyon benim ince ruhumla. Gerçi kendi komşum olur bi teklif edeyim bakayım yağmur mevsimi geliyo:)))
U(YKSZ)

Godsyndrome dedi ki...

Sen cin ali çizsen ben salonumun baş köşesine asarım müdürcüm ince ruhunla alay eder miyim hiç :)

UYKUSUZ// UYURGEZER dedi ki...

Hmmmm:(

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...