güneşli, ayazlı bi hava. "eylül bir ay değil,
mevsimdir" diye yazıyor kerpiç bir duvarın yüzünde. Sonra yavaş yavaş yazı
siliniyor duvar yıkılıyor.
Hem üşüyüp hem terleyerekten, tek tek
basaraktan adem süzerekten inci bulsak onu da dizerekten tek tük ağaçlı, bol
sarı renkli, taşlı topraklı bir yolda yürüyoruz. (çoğul ekine takmayın aşırı
yalnızlıkta kendimi çoğul sanırım) Sağda solda erken kalkolitik dönemden kalma
böcekler uçuşmakta. Az gidince-öyle masallardaki gibi- uz gidilmiyor, çok
gidince uz gidiliyor, öylesi uz oluyor, öyle olunca da başı kıçı olmayan bi yol
oluyor. Hayat bi tekerlemeye dönüyor. Beyin sarsaklaşıyor, dil peltekleşiyor.
En çok da susuyor insan. Hem susuyor hem de susuyor.
Bu yazılışı benzer, içeriği çok farklı ihtiyacı
giderme maksadıylan koca bi çınarın altını mesken edinmiş, tahta
iskemle-masalı, baraka misali kahve evini görünce yola ara veriyoruz. Köy müdür
kasaba mıdır bilmekle uğraşmayacağımız binalar topluluğunun hemen girişinde. Vakit
öğleye yürüyor, ihtiyarlar heyeti tam teşkilat ağacın altında. Hepsi ceketli,
yelekli, başka renk pantolonlu. Kimi
bastonlu.. kimi evden adım atar atmaz yerde bulduğu eğri büğrü değnekli. Bu yürüyüş
yardımcılarından birkaçı masaya dayanmış, üç-beşi belki sonra yere, ayaklarının
hemen dibine düşmüş kaldırılmamış, bazılarının halâ ellerinde..Fark etmeden bir
çember oluşturmuş, öyle oturmuşlar. Çemberin dışındaki iskemlelere ilişiyoruz.
Onlara yaklaşırken ağacın altına inen sessizlik oturunca da bitmiyor. Çınarın
yaprakları birbirine sürtünüyor, birkaç gıcık böcek vızıldıyor. Ben hepsine
bakıyorum, onlar kimseye bakmıyor. İçlerinden biri boğazını temizliyor. Bu bi
işaret olmalı, “kaldığımız yerden devam edebiliriz” misali bi şey. Çünkü o boğaz
temizliği sonrası kimi çayını yudumluyor, kimi sigarasından bir nefes alıyor,
kimi bastonu-değneği ile yere bir-iki vurup toprağı düzeltir gibi yapıyor, kimi
burnunu çekiyor, kasketleri olanlar kasketin kafalarına değdiği bir noktayı
kaşıyor mutlaka, biri hapşırıyor, diğeri iki dişsiz ağzını açıp gülme sesi
olmadan gülüyor. Çemberin ortasından biri “dere vardı o zamanlar” diyor,
bastonuyla derme çatma kahvehanenin arkasında bi yerleri işaret ederek. Hepsi
iki kere kafasını sallıyor, onaylıyorlar. “dere kenarında toplanıp ok atmaca
oynardık” diye sürdürüyor. “gazoz kapaklarından ok ucu yapardı arkadaşlarım.
Ben hiç beceremezdim.” Canla başla dinlediklerine göre hiçbiri çemberin
ortasındakinin o zamanlar arkadaşı olacak yaşta değil. İçten dışa doğru
gençleşiliyor ihtimal. “demirci İhsan’a gidip yalvardım. Bana ok ucu yap diye”.
Cümlesi sonrası ortalık karışıyor. Demirci İhsan’ın kim olduğunu kimi yakın
akrabalarından örnekler vererek, kimi ne zaman, hangi hastalıktan öldüğünden
dem vurarak hatırlamayanlara anlatmaya çalışıyor. Demici İhsan herkes
tarafından hatırlandıktan ya da hatırlanılmış gibi yapıldıktan sonra gözler
çemberin ortasına çevriliyor. İhtiyar devam ediyor. “öyle bir ok ucu yaptı
ki..sipsivri.. sapsağlam..nasıl sevindim.. oku nereye atsam şşrakk diye
saplanıyor.. dere boyuna koştum tabi. Gösterecem hepsine.. karganın biri kondu
ağaca..aldım nişanı.. gerdim yayı.. kalbim çıkacak yerinden.. bıraktım oku. Zrannk..
kargaya saplandı ..en çok ben hayretteyim.. sevineyim.. böbürleneyim..ne bok
yiyeyim derken..karga oku yediği gibi uçtu gitti..okumla ..ok ucumla beraber..
anasını…….min kargası..gitti kimbilir nerde öldü” noktalamak için bastonu da yere vuruyor. Bir-ikisi
“heh heh heh” sesi çıkarıyor ihtiyarların, diğerleri iki kereli kafa sallama
işine girişiyor. Sonrası.. rüzgar.. böcek vızıltısı.. bi de güneş..bi de
çınarın yaprakları..bi de EYLÜL.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder